DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

NİFAK CEREYANINA KARŞI

Nifak cereyanına karşı ve hizmete müteallik bazı ikazlar

(Parantez içindeki yazılar, kitabın ibaresi değildir)

“Üçüncü Nokta: İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü'minin bir tek seyyiesiyle, bütün hasenatını örter. Şeytanın (hasseten münafıkların) bu desisesini (aldatıcı sözlerini) dinleyen insafsızlar, (bozuk niyet sahibleri) mü'mine adavet ederler. Halbuki Cenab-ı Hak haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a'mal-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenatı seyyiata galibiyeti, mağlubiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiatın esbabı çok ve vücudları kolay olduğundan, bazan bir tek hasene ile çok seyyiatını (bilhassa şahsî kusurlarını) örter. Demek bu dünyada, o adalet-i İlahiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın (yani günahı günah bilip, nedamet hissini taşıyan kişinin) iyilikleri fenalıklarına kemmiyeten veya keyfiyeten (yani münafık cereyan karşısında karşılaşılan çok ağır şartlarda yapılan sadakatlı hizmet gibi faaliyetlerin keyfiyet kıymeti) ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki kıymetdar bir tek hasene ile, çok seyyiatına nazar-ı afv ile bakmak lâzımdır. Halbuki insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın (hasseten münafıkların) telkiniyle, bir zâtın yüz hasenatını bir tek seyyie yüzünden unutur, mü'min kardeşine adavet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa; bir dağı setreder, göstermez. Öyle de insan garaz damarıyla, (yani ene ve nefsaniyete dayanan maksadı için) sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenatı örter, unutur; mü'min kardeşine adavet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesad âleti olur.”   (L:87)           

Yukarıdaki parağrafta bahsedilen afv ve hürmete layık kişi, fâsık-ı mütecahir (günahları âleni ve serbest işleyen) değildir. Keza, ahkâm-ı diniyeye ters düşen anlayış ve hareketlerine, garazkârlık damariyle hizmet maslahatı adını takan ve yukarıdaki ifade-i Üstadane ile nifak cereyanının fesad aleti durumuna düşen kişi de değildir. Bu sıfatlara ters düşen kimselere afv ve hürmet nazariyle bakılamaz; bakılması halinde bu kişilerin mes’uliyetine ortak olunur. Çünkü, hizmet ehlini tenkidlerle zayıflatmak, ifsad cereyanına karşı mukabele eden manevî kuvvetlerini zayıflatmak demektir. Evet, samimi hizmet ehlini tenkid etmek, itimada dayanan avamın imanını sarsar.

Hz. Üstad diyor ki: “ وَمَا اُبَرِّئُ نَفْسِى اِنَّ النَّفْسَ لاَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ اِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّى âyet-i kerimesinin sırrıyla nefs-i emmareme itimad edemem. Nefis kusursuz olmaz. Fakat şimdi bu zamanda ejderhalar, ifritler hükmünde dinsizlik komitelerinin hücumları ve tahribatları zamanında müdafaamda, bende görünen o sinek kanadı kadar kusurları görmek, o hücum edenlere bir yardım hükmüne geçmektir. Ve on aded muhtaçlardan beş-altı bîçareyi Nur'un ilâçlarından mahrum etmektir.” (Em: 153)

Çünkü: “Nurları arayanlara karşı ki, onda üçü veya dördü şahsıma bakmayıp Nurdaki kat'î hüccetlerle iktifa ettiği gibi, beş-altı tane hüccetlerin kıymetini bilmediği için benim şahsıma bakar.” (Em:153)

Evet, “Nev'-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki, hakikata nüfuz etsin ve hakikatı hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesaili takliden kabul ederler. Hattâ kuvvetli bir hakikatı, zaîf bir adamın elinde zaîf görür ve kıymetsiz bir mes'eleyi, kıymetdar bir adamın elinde görse, kıymetdar telakki eder.”  (M:370)

Yine Hz. Üstad diyor:

“Aziz, sıddık kardeşlerim!

Sizin tesanüdünüze (yani, birbirinize destek ve yardımcı olmanıza) benim ziyade ehemmiyet verdiğimin sebebi yalnız bize ve Risale-i Nur'a menfaati için değil, belki tahkikî imanın dairesinde olmayan ve nokta-i istinada ve sarsılmayan bir cemaatin kat'î buldukları bir hakikata dayanmağa pek çok muhtaç bulunan avam-ı ehl-i iman için dalalet cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir merci', bir mürşid, bir hüccet olmak cihetiyle sizin kuvvetli tesanüdünüzü gören kanaat eder ki; bir hakikat var, hiç bir şeye feda edilmez, ehl-i dalalete başını eğmez, mağlub olmaz diye kuvve-i maneviyesi ve imanı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefahete iltihaktan kurtulur.”   (Ş:320)

Yani Hz Üstadın ifadesiyle: .... hak ve hakikat ve Kur'an ve iman yolunda bu asra meydan okuyan bir kahramanlar kafilesi suretinde.... görünmek, avam-ı ehl-i imana istinad noktası oluyor.

Hizmete bir taarruz tarzı:

“Tahminimce, her tarafta haddimden pek fazla teveccüh-ü âmmeyi kırmak için, bana böyle bazı bahanelerle ihanet ediyorlar. Eski zamanımı düşünüp güya tahammül etmeyeceğim. Halbuki, Risale-i Nur'un selâmet ve intişarına halel gelmemek şartiyle, her gün bin ihanet ve tâzibler de gelse Allah'a şükrederim. Ben ehemmiyet vermediğim gibi, buradaki talebeler de hiç sarsılmıyorlar. Çoktan beri beklediğimiz bu hâdise de, inayet-i İlâhiyye ile hafif geçti.”   (T:490)

Bu parağrafta anlatılan hücum tarzı, sadakatla hizmet edenler hakkında her zaman câridir. Evet, nifak cereyanı ciddî hizmet eden sâdık hizmet ehline iğfalat ve ifsadat plânları ile mani olmak ister. Fakat bu tecavüzlerin kaderin himayetine ve hıfz-ı İlâhînin görünüp ibret alınmasına sebeb olup, güzel neticeleri olduğu Risalelerde tekraren beyan edilmiştir.

Hazret-i Üstad önce yakınındaki hizmet ehline ve dolayısıyla kıyamete kadar gelen ve gelecek bütün Nurculara şiddetle şu ikazı yapar:

“Aziz, sıddık kardeşim Re'fet Bey!

Kur'an-ı Azîmüşşan'ın hürmetine ve alâka-i Kur'aniyenizin hakkına ve Nurlar ile yirmi sene zarfında imana hizmetiniz şerefine, çabuk bu dehşetli, zahiren küçücük fakat vaziyetimizin nezaketine binaen pek elîm ve feci' ve bizi mahva çalışan gizli münafıklara büyük bir yardım olan birbirinden küsmekten ve baruta ateş atmak hükmündeki gücenmekten vazgeçiniz ve geçiriniz.” (Ş: 512)

Burada geçen “küsmek ve gücenmek” ifadelerinden anlaşılıyor ki ortaya çıkan anlaşmazlık sebebi, şahsî kusurata bakıyor. Fakat bu küsmek tesanüdü bozduğundan iman hizmetinin manevî kuvvetine ve dolayısiyle umumî hukuka dokunuyor. Yani neticesine göre çıkan zarar ve mesuliyeti, âlem-i İslâm genişliğinde olur. Bu sebeble de Hz. Üstad hizmet dairesine hitaben şu şiddetli ifadeleri kullanır:

Cây-ı teessüf bir halet-i içtimaiye ve kalb-i İslâmı ağlatacak müdhiş bir maraz-ı hayat-ı içtimaî:

"Haricî düşmanların zuhur ve tehacümünde dâhilî adavetleri unutmak ve bırakmak" olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevi kavimler dahi takdir edip yaptıkları halde, şu cemaat-ı İslâmiyeye hizmet dava edenlere ne olmuş ki; birbiri arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz'î adavetleri unutmayıp, düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar. Şu hal bir sukuttur, bir vahşettir. Hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye bir hıyanettir.”  (M:269)       

Evet, “Haricî ve büyük bir düşmanın hücumu zamanında, dâhilî küçük düşmanlıkları bırakmak elzemdir. Yoksa, hücum eden büyük düşmana yardım hükmüne geçer.” (E:211)

Bu felaketli hissiyat ve sadakatsızlık devam ederken ve temayülat-ı hissiyeye göre yapılan hareketlere hizmet adı verilerek Kur’anî düsturlar tahrif edilirken, “ne zaman fütuhat gelecek, işaretler var mı?” diye sormak manasızdır. Hizmet dairesinde görünenlerin en birinci vazifesi, bu sebeb-i felâket olan hissiyatı terk ederek, kitabın apaçık düsturlarına te’vilsiz ittiba ile sadakata girmek ve bunu samimiyetle telkin etmekte seferber olmaktır.

Bilhassa 163. Malûm ceza maddesinin kaldırılmasından bu yana, hassaten bu son birkaç sene içnde pânlanan hulûl ile ifsad hareketine karşı çok temkinli ve müteyakkız olmak ve hizmet dairesinde ehl-i nifakın ifsadına kapı açacak tenkidleri önlemeye çalışmak gerektir.  Yoksa, maksada uygun düştüğünde Kitabı ve düsturları ileri sürmek; fakat garaz ve maksada ters düştüğü zaman, te’villere kaçmak veya nazara almamak yolunu takib edenler, hukuk-u umumiyenin ödenmez derecedeki mes’uliyetine girerler ve böylelerine muavenet halinde de aynı mes’uliyete ortak olunacağı da kitablarda açıklanmıştır.

Hulûl, yani nifak cereyanının hizmet dairesi içine girip tesanüdü bozmak ve dağıtmak veya hizmet adına meslek-i Nuriyeyi bozdurmak plânlarına karşı ikaz eden Hz. Üstad diyor ki:

Sizin beraetiniz ve manen galebeniz, zalimleri şaşırttı. Cepheyi burada değiştirdiler. Düşmanane taarruzdan vazgeçip, dostane hulûl edip, has talebeleri Risale-i Nur'un hizmetinden geri bırakmak için, memuriyet gibi bir meşgale buluyorlar veya terfian işi çok diğer bir memuriyete veya diğer bir meşgaleyi buluyorlar. Burada o neviden çok vakıalar var. Bu taarruz bir cihette daha zararlı görünüyor.” (K:147)

Fiilî ve amelî sadakatın şartiyeti:

“Birinci Desise: Şeytan-ı ins, şeytan-ı cinnîden aldığı derse binaen; hizb-ül Kur'anın fedakâr hâdimlerini hubb-u câh vasıtasıyla aldatmak ve o kudsî hizmetten ve o manevî ulvî cihaddan vazgeçirmek istiyorlar. Şöyle ki:

İnsanda, ekseriyet itibariyle hubb-u câh denilen hırs-ı şöhret ve hodfüruşluk ve şan ü şeref denilen riyakârane halklara görünmek ve nazar-ı âmmede mevki sahibi olmağa, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz'î-küllî arzu vardır. Hattâ o arzu için, hayatını feda eder derecesinde şöhretperestlik hissi onu sevkeder. Ehl-i âhiret için bu his gayet tehlikelidir, ehl-i dünya için de gayet dağdağalıdır; çok ahlâk-ı seyyienin de menşeidir ve insanların da en zaîf damarıdır. Yani: Bir insanı yakalamak ve kendine çekmek; onun o hissini okşamakla kendine bağlar, hem onun ile onu mağlub eder. Kardeşlerim hakkında en ziyade korktuğum, bunların bu zaîf damarından ehl-i ilhadın istifade etmek ihtimalidir. Bu hal beni çok düşündürüyor. Hakikî olmayan bazı bîçare dostlarımı o suretle çektiler, manen onları tehlikeye attılar.1  (M:412)

Demek te’vilât-ı fâsideye girmeden kitaba göre hareket etmek şart ve zarurîdir. Aksi halde kişi, Allah’ın hâkimiyetinden kaçıp kendi hissiyatına ve enesine bağlanmış olur. Bu ise dehşetli bir helâkettir.

Hz. Üstad yine hizmet dairesinde olanlara hitaben ve rıza-yı İlâhi yerine şahsî garazı takib edenlere atfen diyor ki:

Mesleğimiz "Haliliye" olduğu için, meşrebimiz "hıllet"tir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmerd kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin üss-ül esası, samimî ihlastır. Samimî ihlası kıran adam, bu hılletin gayet yüksek kulesinin başından sukut eder. Gayet derin bir çukura düşmek (diyanet ve insaniyetini kaybetmek) ihtimali var. Ortada tutunacak yer bulamaz.

Evet yol iki görünüyor. Cadde-i Kübra-yı Kur'aniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, (yani enaniyete mağlub olup ihlâs ve sadakatı terkedenler), bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var. İnşâallah Risale-i Nur yoluyla Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın daire-i kudsiyesine girenler; daima nura, ihlasa, imana kuvvet verecekler ve öyle çukurlara sukut etmeyeceklerdir.”  (L:162)

Mezkûr manadaki sukut ve mesuliyetlere şuursuzca iten sebeblerin en müessir ve en dehşetlisine dikkat çeken Hz. Üstad diyor:

Bu ikinci nefs-i emmarede şuursuz kör hissiyat bulunduğu için, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki, onlarla ıslah olsun ve kusurunu anlasın. Yalnız tokatlar ve elemler ile nefret edip veya tam bir fedailiğe her hissini maksadına feda etsin. Ve Risale-i Nur'un erkânları gibi herşeyini, enaniyetini bıraksın.

Bu acib asırda dehşetli bir aşılamak ve şırınga ile hem hakikî, hem mecazî iki nefs-i emmare ittifak edip; öyle seyyiata, öyle günahlara severek giriyor, kâinatı hiddete getiriyor.”   (K:233)

Demek bu anlatılan şuursuz ifsadcılık durumuna düşmemek için ya tokatlar ve musibetlerle enaniyetin ve önde görünüp teveccühleri toplama hastalığı olan hissiyatın ölmesi veya bütün hissiyatını yenecek derecede büyük bir fedaî ve dava adamı olmak gerekiyor ve şarttır. Bu bozuk asırda enaniyeti yenip dava adamı olmak nadirattan görünüyor. Musibetlerle ihlâsa kavuşturmayı da Allah layık olanlara veriyor.

Zamanımızın dehşetli fitnesinin müfsid şartları karşısında şahsî kemalâttan daha ziyade sadakatla ve sebatla hizmet etmeyi esas alan Hazret-i Üstad’ın birkaç mektubunda ikazkâr şu ifadeler yer alıyor:

“Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bugün, büyük ve merhum kardeşim Molla Abdullah ile Hazret-i Ziyaeddin hakkındaki malûmunuz muhavereyi tahattur ettim. Sonra sizi düşündüm. Kalben dedim: Eğer perde-i gayb açılsa, bu sebatsız zamanda böyle sebat gösteren ve bu yakıcı, ateşli hallerden sarsılmayan bu samimî dindarlar ve ciddî müslümanlar eğer herbiri bir veli, hattâ bir kutub görünse, benim nazarımda şimdi verdiğim ehemmiyeti ve alâkayı pek az ziyadeleştirecek ve eğer birer âmi ve âdi görünse, şimdi verdiğim kıymeti hiç noksan etmeyecek diye karar verdim. Çünki böyle pek ağır şerait altında iman kurtarmak hizmeti, herşeyin fevkindedir....” (Ş:307)

Demek hizmette sebat ve sadakat, yani her meselede kitaba göre hareket etmek, hizmet hayatında en birinci dereceyi ve kıymeti alıyor ve samimi ve muhlis hizmet ehline bakışta, yani hürmet ve muavenet etmekte dahi en önemli nokta-i nazar ve kitabî ölçüdür.

Bu nokta-i nazarı mana camiiyetiyle nazara veren bir âyete Hz. Üstad şöyle dikkat çeker:

“Kur'an-ı Kerim diyor ki: مَنْ جَاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ اَمْثَالِهَا وَمَنْ جَاءَ بِالسَّيِّئَةِ فَلاَ يُجْزَى اِلاَّ مِثْلَهَا Madem ki hasene on misline çıkar. Seyyie, nefsinde birde münhasır kalır. Sen de haseneden neş'et eden muhabbeti, muhsinden muhsinin müteallikatına teşmil et. Uyûbundan iğmaz-ı ayn et. Seyyieden neş'et eden adavet-i müsi'den, müsi'in ekaribine veya sair güzel sıfatlarına tecavüz ettirme. Bu edeb-i illiye-i âdile-i Kur'aniye ile edeblen! Kur'an'ın edebiyle edeblenmeyen, zamanın sillesiyle te'dib olunacağı muhakkaktır.”   (Ni:46)

Yani niyeti hâlis olup enaniyet hastalığı ile cereyanlara alet olmayan ve bilhassa hizmet dairesinde, Hz. Üstadın ifadesiyle “fesad âleti” durumuna düşmeyenlerin, fitnenin şiddeti sebebiyle az sevabı çok olması ve şahsî kusuratın dahi bu asırda çokça afvedilmesi cihetleriyle âyetten çok kuvvetli uhuvvet ölçüsü gösteriliyor.

Keza Hz. Üstad aynı dersi te’yiden kendi şahsından bizlere şu ehemmiyetli dersi verir:

Aziz kardeşlerim! Üstadınız lâyuhtî değil. Onu hatasız zannetmek hatadır. Bir bahçede çürük bir elma bulunmakla bahçeye zarar vermez. Bir hazinede silik para bulunmakla, hazineyi kıymetten düşürtmez. Hasenenin on sayılmasıyla, seyyienin bir sayılmak sırrıyla insaf odur ki: Bir seyyie, bir hata görünse de, sair hasenata karşı kalbi bulandırıp itiraz etmemektir.”   (B:137)

Afva liyakat:

“Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiaze eder. İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, afva müstehak olur.”   (L:88)

Evet, “Muhabbet-i din saikasıyla teşekkül eden cemaatlerin iki şart ile umumunu tebrik ve onlarla ittihad ederiz.

Birinci şart: Hürriyet-i şer'iyeyi ve asayişi muhafaza etmektir.

İkinci şart: Muhabbet üzerinde hareket etmek, başka cem'iyete leke sürmekle kendisine kıymet vermeğe çalışmamak. Birinde hata bulunsa, müfti-i ümmet cem'iyet-i ülemaya ( yani temel teşkil eden şer’î kitablara ve hasseten Risale-i Nura ) havale etmektir. (Gizli telkinlerle ifsadata girmemektir.)

Sâlisen: İ'lâ-yı Kelimetullahı hedef-i maksad eden cemaat, hiçbir garaza vasıta olamaz. İsterse de muvaffak olamaz. Zira nifaktır. Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir şeye feda olunmaz.”   (H:98)

Yukarıda ittifakın ve hizmet beraberliğinin bir şartı olarak nazara verilen “hürriyet-i şer’iye” tabiri, manaca cami’dir. Evet bu tabirin kısaca manası ki: Allah’ın serbest ettiklerine ve yasaklarına teslim olup beşerî anlayışlarla tasarruf etmemek. Yani Allah’ın ve dolayısiyle şeri’atının hâkimiyetini esas almaktır. Yani ahkâm-ı şer’iyeye bağlı kalmak, dinden kopuk anlayışta olmamaktır. İşte bu şarta riayet etmeyip dinî sahada beşerî anlayışlarla hareket etme halinde, ittifakın ve hizmet beraberliğinin yolu kapanır. Zaten bu anlayış sahibleri arasında nokta-i telâki olamaz. Hz. Üstadın ifadeleriyle: “Bizdekilerde hutut-u efkâr, (düşünce ve anlayışlar) telaki (anlaşmak) için mütemayilen imtidada (yani giderek birbirine yaklaşmaya) bedel, münharifen, (yani giderek birbirinden uzaklaşarak) gittiğinden nokta-i telaki (buluşma ve anlaşma imkânı) vatanda, belki kürede görülmüyor.” (Sti:49)

Keza “....tarafgirane ve garazkârane, firavunlaşmış nefs-i emmare hesabına hodfüruşluk, şöhretperverane bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan barika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünki maksadda ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının Küre-i Arz'da dahi nokta-i telakisi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritane gider. Kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hâl-i âlem buna şahiddir.

Elhasıl:   اَلْحُبُّ لِلّٰهِ ٭ وَالْبُغْضُ فِى اللّٰهِ ٭ وَالْحُكْمُ لِلّٰهِ olan desatir-i âliye düstur-u harekât olmazsa nifak ve şikak meydan alır.” (M:268)

 Ve keza Hz. Üstadın duasına nailiyet için, iman ve sadakatın şart koşulduğu cümle şöyle:

“Ve ben dahi îman ve sadâkat şartiyle Risale-i Nur talebelerini; bütün dualarıma ve mânevî kazançlarıma, yirmidört saatte, "İştirak-i a'mâl-i uhreviye" düsturiyle bazan yüz defadan ziyade Risale-i Nur talebeleri ünvaniyle hissedar ediyorum.”   (T:304)      

Netice:

Her işte ve harekette ve beşerî münasebetlerde hürriyet-i şer’iyenin nazara alınması şarttır.

 

1 O bîçareler, "Kalbimiz Üstad ile beraberdir" fikriyle kendilerini tehlikesiz zannederler. Halbuki ehl-i ilhadın cereyanına kuvvet veren ve propagandalarına kapılan, belki bilmeyerek hafiyelikte istimal edilmek tehlikesi bulunan bir adamın, "Kalbim safidir. Üstadımın mesleğine sadıktır." demesi, bu misale benzer ki: Birisi namaz kılarken karnındaki yeli tutamıyor, çıkıyor; hades vuku buluyor. Ona "Namazın bozuldu" denildiği vakit, o diyor: "Neden namazım bozulsun, kalbim safidir.

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık